Ana Sayfa
Editörden
Kavramlar
Kişilikler
Güncel
Kütüphane
Linkler
Fotoğraflar
ZiyaretçiDefteri
İstatistikler
| |
SU ÜSTÜNE YAZI
YAZMAK

"Su Üstüne Yazı
Yazmak " İnsan Yayınları arasında yayınlanan otobiyografik bir roman..Romanın
yazarı Muhyiddin Şekûr hakkında geçtiğimiz yıllarda İstanbul'a bir konferansa
katılmak üzere geldiği ve kitabın künye sayfasında hakkında yazılan birkaç satır
dışında bilgiye de sahip değilim.Bu kadarıyla ilk bakışta pek de ilgi çekici
olmayan bir kitap ve yazarı hakkında bir yazı yazmak için şahsen fazlaca bir sebebim
yok(tu). Ancak kitabı okuduğum günlerde dolaştığım internet sitelerini biraz
karıştırınca olağanüstü bir maceraya tanıklık ettiğimi anladım ve bu
tanıklığımın bana verdiği heyecanı - "cimrilik yapmanın alemi yok !"
diyerek halden anlayacak birileri ile paylaşmak gerektiğini düşündüm.
Roman bir Amerikalı'nın - siyah ve psikoloji ile uzmanlık düzeyinde ilgili- önce
İslam dini ve sonrasında tasavvuf ile tanışmasını kahramanının kaleminden
anlatıyor. Bu kadarıyla İslam-tasavvuf- muhtedi müslümanlar üzerine kafa yormuş
olan Türkiyeli aydınlar için ilginç olabilecek kitabın en önemli ve beni çarpan
yanı ise benzerlerine ancak önemli bir oranı rivayetlerle şişirilmiş tasavvuf
menkıbelerinde rastlanabilecek bir macerayı birinci elden anlatması oldu. Bu öyle bir
menkıbe idi ki anlatan kişi okyanusun ötesinde bile olsa halen hayatta idi ve nefes
alıp vermeğe devam ediyordu. Öyle bir menkıbe idi ki ruhlar aleminin elest meclisinde
yaşanmış sırlarından haberler taşıyordu. Öyle bir menkıbe idi ki benim oturduğum
eve 10-15 km mesafedeki bir uzlet mekanında seyr-i sülukunu tamamlamış bir
mutasavvıfın ölümünden yıllar sonra maddi alemde cereyan eden manevi tasarrufunu
ortaya koyuyordu. Ancak bu menkıbenin sırları kendini öyle hemencecik de ele
vermiyordu. Yazarın kendisinin tercih ettiğini sandığım rumuzlu anlatım
tercümesinde de aynen korununca bu menkıbenin anlattığı manevi oluşun bir kısmı
kendini ele vermiyordu.Bunu daha iyi anlatmak için şimdi kitaptan bir kısım
alıntıları sıralamanın tam yeridir:
"İlk turlarımız sırasında Türkiye'den gelen bir adamla tanıştık:
"Burada konuşman gereken biri var," dedi ibrahim, "bu kardeşe çok dikkat
et, çünkü sana Sufî diliyle konuşabilir.(..)Bu karmaşık uyarıdan sonra, ibrahim
kalkıp gitti. Orada kalıp, bir süre söylediklerinin anlamını çözme çabasıyla
kendi içime daldım. Kimi büyük Sufîlerin eserlerini okumuş ve bunların
güzelliğinden ve derinliğinden hayli etkilenmiştim. En güzel müslümanları hep
onlar arasında görmüş ve gizliden gizliye hep onların safına katılabileceğimi
ummuştum."(S.24)
"Bu garip adam gözlerini dosdoğru yüzüme dikmişti. Hoş bir siması vardı,
gözleri nemli ve ışıl ışıldı. (...)Bu adam, hiç tanımadığım, daha önce hiç
görmediğim bu yabancı benim için gerçek bir manevî yoldaş oluvermişti. Onun
varlığı onca umutlarımı haklı çıkarmaya yetiyordu. Sözü alarak konuşmaya
başladı:
"Beni sana manevî üstadım şeyh Nun Kıbrısî'nin Şeyhi, Şeyh-i Ekber Abdullah
Dağıstanî gönderdi. Şeyh-i Ekber halen ahirette olduğu için, kendisi hakkında daha
çok bilgi edinmek istersen Şeyh Nun ile temas kurmanı tavsiye ederim. Şeyh-i Ekber
bana aradığın Şeyhi ve ayrıca diğer aradıklarını da bulacağını söyledi."
Ağlıyordum. O konuştukça ben ağlıyordum. Bana bir çok şey anlattı. Allah'tan,
Resulullâh Muhammed aleyhissalâtü-vesselâmdan, bütün peygamberlerin
(aleyhimüsselam) kardeş oluşundan, İslâm'ın Allah'a teslimiyet yolu olmasından ve
hak aşıklarının arayışça ikiye ayrılışından, kendisinden 'Ehl-i Zahir' dediği,
daha çok ritüeller ve biçimlerde kalıp sadece zahirî olanı arayanlar ve
ritüellerden ve biçimlerden geçip mânâ okyanusuna varmak isteyenlerden, yani 'Ehl-i
Bâtın'dan- sözetti."(S.25)
"Yabancı, ziyareti sırasında bana
120 yaşındayken vefat etmiş muhterem Şeyh-i Ekber'in bir
fotoğrafını takdim etti. Bana tâ öbür dünyadan ulaşan ve dervişi vasıtasıyla
hayatıma giren bu adamın ışıltılı siması ile sarsıldım. Fotoğrafı alıp bir
köşeye koydum, fakat kalbimin hissettiklerinin gerçek olduğunu hatırlatan bir anı
olarak durdu."(S.26)
Bu
birkaç paragrafın ardında gizli büyük esrar denizini anlamak için bazı verileri
sahip olmak gerekiyor ; aksi halde sıradan bir mistik metinden başka bir anlamı
olmaz.Burada iki isim (Şeyh-i Ekber Abdullah Dağıstani, Şeyh Nun Kıbrısi) ve bir
olgu (yıllar önce dünyadan göçmüş olan Şeyh Dağıstani'nin kitabın yazarına bir
müridi vasıtasıyla "aradığı şeyhi bulacağı" haberini iletmesi dikkati
çekiyor.
Kitapta en çok tekrarlanan şekliyle Şeyh-i Azam Dağıstani ve Şeyh Nun isimlerinin
işaret ettiği kişilikleri tanımadan bu eseri tam olarak anlamak mümkün değildir.
Gelelim olguya ahirete intikal eden bir tasavvuf adamının yeryüzünde kalan
müridlerine haber ilettiğine dair rivayetleri hemen her tasavvufi menakıb kitabında
görmek mümkündür. Bu tür menakıbler tasavvuf düşmanı çevrelerin en çok dile
doladığı ve tasavvuf ehlini akıldışılıkla suçlama çabalarına destek
yaptıkları en önemli unsurlar arasında da yer alır.Ancak burada dikkati çeken husus
burada anlatılan olgunun nesnesi olan zatın halen hayatta oluşu ve o zamana kadar
Amerika'da geçen hayatı esnasında normal olarak özne olan zatın adını dahi
işitmemiş oluşudur.Bir başka dikkati çeken husus ise haberin muhatabı olan kişinin
çağdaş Batı biliminin verilerine sahip bir uzman oluşudur.
Kitapta Şeyh Nun Kıbrisi olarak sadece bir kez , Şeyh Nun olarak ise bir çok kez
geçen kişi son yıllarda Türk kamuoyunun değişik vesilelerle gündeme gelen ve
hakkında yazılan söylenen olumlu-olumsuz fikirlerle kısmen belirli kesimlerde
tanınmış olan Nakşbendi şeyhi M. Nazım Kıbrısi'dir.Kitaptaki menkıbeyi asıl
olağanüstü kılan kişi ise ( kitapta çevirinin iki isim tarafından yapılmış
olması dikkati alınırsa düşünülebilecek bir karışıklıkla ) bazen Şeyh-i Ekber
, çoğu zaman ise Şeyh-i Azam adı ile anılan Abdullah Dağıstani'dir.
Muhyiddin Şekûr , A.B.D.ye döndükten sonra içinde uyanan "aradığını
bulmak" özlemi ile yaşamağa başlar:
"Seyahat dönüşümü izleyen haftalarda ve iyileştikten sonra, beni daha önce
benzerini yaşamadığım bir özlem sardı. Hiç birşey beni tatmin etmiyordu.
Çalışmak, birden dayanılmaz bir hal aldı. Her gün derin bir melankoli geçiriyordum.
Çok az konuşuyor ve herkesten giderek uzaklaşıyordum. işlerimden elimi ayağımı
çekip inzivaya girdim. Özlem içimde büyüdü de büyüdü."(S.27)
Yazar arayış içinde A.B.D.de bulunan değişik müslüman gruplar ile temas kurar.
Nihayet yeni taşındığı kentte tasavvuf yoluna adım atacağı bir cemaate ulaşır;
tasavvuf yolunda ilk "usta"sına ulaşacaktır:
"Daha önce yeni manevî liderin gelişinden haber veren kardeş, beni liderle
tanıştırmak üzere iftara davet ediyordu...Geri dönüp binaya doğru yürürken,
henüz kapıdan yeni girmekte olan bir adam gözüme çarptı. Üzerinde beni çeken bir
şey var gibiydi ve içimdeki bir ses tanışacağım kişinin o olduğunu
söylüyordu...Onda büyük bir derinlik ve büyük bir aşk hissettim. Hareketlerinde bir
denge dışa vuruyor ve edasında bir esrar saklıyordu. (..)Bir ara gözlerini bana
çevirdi; o an sanki başka herkes yok olmuş biz ikimiz kaldık gibi geldi bana.
Bakışlarında tarif edemediğim bir şey doğruca kalbime sokuldu ve beni kendine doğru
çekti. Onun aradığım Şeyhim olduğunu anlamıştım...(..) Seyahatim sırasında
tanıdığım o garip adamın sesi şimşek gibi çakıverdi zihnimde. Bu ender insan,
olağanüstü bir apansızlık hayatıma girmişti işte."(29-30)
"Allah'ın lûtfuyla Şeyhime kavuşmuş olarak, onun buraya bir rehber olarak
gelişinin büyük bir rahmet olduğunu anladım. Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar
ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur."(S.31)
Tasavvuf yolunun inceliklerini artık kavramağa başlayan Muhyiddin Şekûr , cemaat
içinde yeni bir eğitim dönemine girer:
"Şeyhle müridi arasındaki muhabbet rabıtasını hissedebiliyordum artık. Bu
rabıtanın ön şartı iman ve yakîn'di. iman, inanmayı; yakîn ise müridin Şeyhine
samimi teslimiyetini ve itimadını içerir. Tıpkı ışığın gözde yansıyıp,
gözün de ona göre hareket etmesi gibi, Şeyhin ruhu da müridinde yansıyor. Böylece
mürid de üstadına, yani Şeyhine, bütün düşündüklerini, konuştuklarını,
yaptıklarını açmaya başlıyor. O gün apaçık ortaya çıkan ders kelimelerle
anlatılacak bir ders değildi." ( S.52)
"Rabbime hadsiz Hamdler olsun ki, bana, bir kardeşimin eliyle, görünür
farlılıklar ne olursa olsun, Yol'da hepimizin bir olduğunu daha bir açıkça
anlatmıştı. Demek ki her müridin kendine özgü bir vazifesi vardı. Değil mi ki,
Allah rahmetiyle her yerde hazır ve nazırdır, o halde herkes Yol'da kendine mahsus
yerini almalıdır."(S.60)
Muhyiddin Şekûr'ün hayatına yeni derinlikler kazandıracak bir dönem Türkiye'den
A.B.D.ye misafir öğretmen olarak gelen ve A.B.D.li sufilere Kur'an-ı Kerim öğretecek
olan Konya'daki Şems-i Tebrizi camii imamı olarak zikredilen zatın gelişi ile başlar:
"O yıl müridler büyük bir beklenti içindeydi, çünkü çok özel bir
misafirimiz olacaktı. Başka bir ülkeden, aynı zamanda hafız olan muhterem bir Şeyh
ve arif, Ramazan boyunca bizimle beraber olacaktı. Bu seçkin ziyaretçimizin benim
tevekkül hakikatine erişmemde ne kadar merkezî rol oynayacağından haberim
yoktu.."(S.203)
Konyalı imam , Kur'an-ı Kerim öğretimi sırasında sufilerle sıcak bir dostluk kurar,
imamın armağan olarak yanındaki getirdiği kitaplardan birisinde resmini gördüğü
zatı hemen tanıyan Muhyiddin Şekûr , ile aralarında ise bambaşka bir sevgi oluşur:
"Şeyh Ahmed, kitapları ilk çıkardığında incelemem için bana vermişti.
Kitapların yazarının adını görünce nutkum tutulmuştu, çünkü bu ad, beş yıl
önce, ilk Orta Doğu seyahatim sırasında benimle dervişi vasıtasıyla temasa geçen
Büyük Şeyh'in adıydı. Üstelik, kitabı açtığımda, hemende birinci sayfada
Büyük Şeyhin ve haleflerinden birinin, Şeyh Nûn'un koca bir fotoğrafıyla
karşılaştım. O gece, misafirimiz dışında, bu zatlar hakkında bir şeyler bilen tek
kişi bendim. Bu fotoğraf, yıllar önce tanıştığım Garip Adamın bana emanet
ettiği fotoğrafın tıpatıp aynısıydı. Fotoğraf, hem görüşmemizin bir teyidi,
hem âdeta gelecekte olacakları haber veren bir uyarı olmuştu. O Garip Adamla yıllarca
mektuplaşmıştım ve bu fotoğrafı, çok yakın olduğum bir mürid dışında kimseye
göstermemiştim. Heyecanla kendimden geçtim, kitaptaki resimleri gördüğüm adamlar
hakkında bildiklerim anlatabilmek için mırıldandım, kekeledim. Anlayarak, ama hiç
şaşırmaksızın, sadece baktı ve tebessüm etti. Ardından, bana Şeyh Nûn'un ertesi
yıl Tekke'yi ziyaret edeceğini söyledi. Bunları söylediği sırada, Şeyh Ahmed'in
yüzüne bakarken, içimde önemli bir dönüşümün tamamlanmakta olduğunu derin bir
katiyyetle biliyordum. Üstelik, Büyük Şeyhin halefiyle karşılaşmanın bütünüyle
yeni bir macera dizisinin sadece başlangıcına işaret edeceğini de biliyordum.
Kitapların genel başlığı, Mercy Oceans'tı (Rahmet Denizleri). Gerçekten de Rabb-i
Rahimim bana her adımda, rahmetinin denizlerden engin, ölçülmez derinlikte, ve
harikulâde sırlarla dolu olduğunu gösteriyordu. Ben tarikat gemisine sadece O'nun
Rahmeti sayesinde binmiş ve meçhule doğru bir seyahate çıkmıştım."(S.206)
Muhyiddin Şekûr , o zamanki Yugoslavya ve Makedonya üzerinden Türkiye'ye uzanan bir
yolculuğa çıkar ; bu yolculuk sırasında değişik coğrafyalardaki tasavvufi
hayatlara ilişkin tecrübeler yaşamak yanında yıllar önce kendisine fısıldanan
gerçekle karşılaşacağını tabii ki bilemeden...
"Hatırladığım ilk şeylerden biri, Şeyh Nûn'un benim gelişimden sadece bir
gün önce Prizren'de bulunmuş olmasıydı. Bu insanların dolaşma tarzları bana
ilginç geliyordu. O sıralarda dikkatimi üstünde özellikle odaklamış olmasam da,
yıllar önce, gökten zembille inmiş gibi bana kendi Şeyhinin mesajını getiren Garip
Adamın sırrını belki bilir diye de bir umut vardı içimde. Ama Prizren'deki günlerim
gayret ve şevkle dolu oldu, o yüzden Şeyh Nûn'u çok fazla düşünemedim...Bir
dervişin aslında nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başladığım yer Prizren oldu.
Onlar arasında yaşadım, çalışmalarını ve eğlenmelerini gördüm. Allah'a
aşklarının ateşinden yükselen sıcaklığı ve zikirlerinin hazzındaki yakıcı
sevinci hissettim. Bu insanlar dünyanın tadı tuzu olmalıydılar. Kalpleri aşk
ateşiyle yanıp tutuşuyordu, kendilerini tamamen Allah'ta fani etmişlerdi ve
Şeyhlerine sarsılmaz bir sadakatle bağlıydılar. Halleri, tavırları lekesizdi;
tevazuları öylesine içten ve yapmacıklıktan uzak, hizmetleri öylesine sevgi dolu ve
cömertti ki onları sevmemek ve onlar gibi olmayı istememek insanın elinde değildi;
hiç olmazsa, benim elimde değildi." (S.214)
"Öğle namazından sonra, Şeyh beni Hazret-i Pir Hayatî'nin kabrine götürdü.
Hoş bir ândı doğrusu. Binada yaklaşık on iki Şeyh, kabirlerinde haşri bekliyordu.
Kabirlerin çoğu, Hazret-i Pir'in kabrinin bulunduğu ortadaki odacığın etrafında
genişce bir odada yer alıyordu. Bu seyahatimde, yeryüzünde yürüyenlerden çok,
ahirete göçmüş olanlarla daha fazla hayatiyet olduğunu fark ettim. Mübarek bir
Velinin kabrine her gidişimde, sanki sıcacık bir dosta uzun bir ayrılıktan sonra
yeniden kavuşuyormuşum duygusuna kapıldım."(S.221)
İstanbul'a vasıl olduktan sonra A.B.D. ziyareti esnasında tanıştıkları Cerrahi
tekkesinin o zamanki şeyhi Muzaffer Özak ile görüşür:
"Amerika'da tanıdığım Şeyh Muzaffer'i bulmaya çalışıyordum. Birkaç dervişi
ile birlikte tekkemizi ziyaret etmiş ve kendi nûruyla bizleri tenvir etmişti. Beyazıt
Camii yakınında bir sahaf dükkânı vardı Şeyhin; kendisini bulmakta
zorlanmadım."(S.225)
"Şeyh Muzaffer'in dükkânında tanıştığım bir adam, bana Şeyh Nûn'un bu
yakınlarda istanbul'da bulunduğunu, buradan da Konya'ya geçtiğini söyledi. Cuma
gecesi yapılan halveti zikrine kadar, istanbul'da iki gün kaldım. Bu haftalık ibadet
için Tekke'de iki yüzü aşkın derviş toplandı. Bu ruhlar denizinin ortasında
bulunmak, haz dolu bir teberrüktü. Öyle etkileyici, öyle neşeli ve coşturucu,
öylesine zarif bir kalpler dansıydı ki, gerçekten de bu hali anlatacak tek kelime
bulamadım...
İstanbul'dan kendilerine Kur'an okutan imam ile Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i
Tebrizi türbelerini ziyaret için Konya'ya geçer. Orada Şeyh Nazım'ın kısa süre
önce bulunduğu Konya'dan İstanbul'a geçtiğini öğrenir ve içine düşen arzunun
ardı sıra şeyh ile görüşmek üzere İstanbul'a geri döner ve hayatına büyük
anlam katılan ve benzeri ancak yüzyıllar önce kaleme alınmış menakıb kitablarında
bulunabilecek ezeli gerçek ile yüzyüze gelir:
"Şeyh içeriye girdi. Onu selâmlamak için ayağa kalktım, niyaz sunup ve elini
öpmek üzere ilerledim. Varlığı odayı dolduruvermişti insan hiç zorlanmadan onun
bir nûr adamı olduğunu anlayabilirdi. Gözleri sevgiyle, delip yakan bir berraklıkla
parıldıyordu ve uzun, gümüş beyazlığındaki sakalları yüzünün çevresine ve
aşağı doğru gün ışığı gibi yayılıyordu. Başında üzeri toplu, beyaz kubbe
biçiminde bir sarık ve üzerinde yere kadar uzanan, yeşil bir cübbe vardı.
"Adım Muhyiddin, Şeyh Efendi," dedim. "Şeyh Muhyiddin sensin
demek," dedi, gülümseyerek.
(...)
"Ben senin kim olduğunu biliyorum," dedi Şeyh, "ve sana nasıl hitap
edeceğimi de. Ama gel şimdi başka şeyler konuşalım."
İstanbul'da kaldığım sürece, vaktimin çoğunu Şeyh Nûn ile beraber geçirdim.
(...) Bu süre içinde, altı yıl önce, ilk Doğu seyahatim sırasında âlem-i gaybden
bana Şeyh-i Âzam Dağıstanî tarafından gönderilmiş olan o dervişin esrarını
araştırdım."(S.228-229)
"Bunca yıl," dedi Şeyh Nûn, "aslında sana ait olan bir emaneti
taşıdım. Bu emaneti taşımaktan memnundum memnun olmasına ama, şimdi senin teslim
almak için burada olman beni rahatlattı."

Böyle bir
şeyin nasıl olabildiğini sorduğumda, Şeyh bana dönerek konuştu:
"Şeyh-i Âzam Dağıstanî, bir ruh avcısıdır. Seni Ezelde görmüş ve kendisi
için seçmiş."
Bu sözlere şaşırmıştım. Öylesine inanılmazdı ki!..." (S.230)
Abdullah Dağıstani [K.S.] ile Nazım
Kıbrısi [K.S.]
***
Böylece on yıl kadar
önce Cidde'de kendisine işaret edildiği üzere aradığını bulmuştur. Burada
inanılmaz olan en önemli husus, 1973 yılında alem-i bekaya intikal eden Abdullah
Dağıstani'nin vefatından yaklaşık 10 yıl sonra nasıl olup da A.B.D.de yaşayan bir
müslümanı etkileyebildiğidir. Bu etki öylesine derin bir etkidir ki yeni müslüman
olmuş bir A.B.D. vatandaşına istanbul'da tarikat silsilesinin bugünkü temsilcisinin
elinden biata vesile olmaktadır.
Böyle bir rivayeti belki de daha esrarengiz olanını tipo baskılı sarı yapraklı bir
"beyazsaray kitabı"nın evliya menkıbeleri kitabının yapraklarında
görebileceğini düşünerek bu olguya dudak büken bir okuyucu varsa lütfen şunu
sorgulasın kendi zihninde: Bir menkıbe, bir mürşid, bir sufi...Hepsi bu ... Ancak bu
menkıbenin sahnesi A.B.D. ve Türkiye'dir. Burada adı geçen zatlardan Abdullah
Dağıstani 1937 yılına kadar Yalova yakınındaki Güneyköy'de yaşayıp 1973
yılında Şam'da vefat etmiştir; bir diğer zat olan Şeyh Nazım , Kıbrıs'ta doğmuş
ve halen yeryüzünde yaşamaktadır. Menkıbenin nesnesi olan şahıs ise bilemediğim
bir A.B.D. şehrinde yaşamaktadır ve yakınlarda istanbul Büyükşehir Belediyesi'nin
davetlisi olarak istanbul'da konferans vermiştir.Belki araştırılsa bir telefonla
kendisine hemen ulaşabilmek mümkün bir çağdaşımız. Ne kadar inanılmaz ve ne kadar
gerçek !...
*Bu yazı
"Suya Yazılan Yazı" başlığı ile 31.12.1998 tarihli YeniŞafak gazetesinde
yayınlanmıştır..

Anasayfaya Dönüş
|